الله اكبر....
  Bilal Yaldızcı
 



Bilal Yaldızcı
Afganistan
25 Ekim 1987


O günü hâlâ hatırlıyorum. O’nunla ilk karşılaştığımız an ve sonra çok uzaklarda yine karşı karşıya gelişimiz ve unutulmaz anılar. Bir gün kendisine elbise almasına yardımcı olmamı istediğinde, beraberce Apara Markete gidip, kahverengi şalvar ve kamiseden oluşan elbiseyi satın almıştık.

Ve aylar sonra Bilal ile kısa da olsa mücahidlerle olan beraberliğimiz. Bilal, her an emire amade davranışlarıyla ilgi çekiyor ve her türlü hizmet alanında O’nun katkısı bulunuyordu. O’nu çift kaleşinkof ve 25 kg. lık füze mermileri taşırken görmeliydiniz, ne kadar görkemliydi.

Sonuçta Bilal kuzey cephesine gittiğinde, aynı davranışlarını oralarda da sergilemiş, bu özelliğiyle de mücahidlerin çok kısa zamanda sevgisini kazanmıştı.

Kumandanları Amir Şeyb (Ahmet Şah Mesut) O’nu mücahidlerle güreş etmesi için, sürekli kışkırtıyor. Bilal gerçekte bulunduğu bölgedeki yaşantısına, azami derecede dikkat ediyordu. Çünkü O bulunduğu yerde, kendi nefsinden öte, Türkiyeli müslümanları temsil ettiğinin bilincindeydi.

Cephedeki tuttuğu notlarından da anlaşılacağı üzere Bilal, fikri seviyesini de geliştirmesini bilmişti. Kısacası artık düşüncelerini, daha uzlaşmasız, tavizsiz bir temele oturtabilmişti. Kuşkusuz bu oluşumda cihadın teneffüsünün de büyük payı olmuştur. “Biz cihadın Türkiye’de edebiyatını dahi yapamıyoruz.” derken, yine Bilal bu olguya işaret ediyordu.

Artık dönüş vakti. Bilal dönmek ister. Ama henüz ortada dönüş için grup yoktur. Kendisine Kiran ve Mincan bölgesindeki operasyondan sonra grup bulabileceği söylenir. Artık Bilal kararlıdır. Bu son operasyona da katılacak ve sonra dönecektir.

28Ekim’de son hazırlıklar yapılır. Bilal kaleşinkofunu temizler ve yağlar. Sabah namazının ezanını, Bilal’e okutulur. Bilal’in okuduğu ezan, mermi kovanlarının çıkardığı seslerle birlikte, dalga dalga gökyüzüne dağılır.

Ve çatışma başlar. Bilal saldırı gurubundadır. Bir müddet sürer bu sıcak çatışma, düşman askerleri dağıtılmaya başlanır. Bu sırada bir düşman askeri eline geçirdiği makineliyle ateş kusmaktadır. Bir hendek atlanır ve bir mücahid şehid olur. Dördüncüsünü atlayarak geçen Bilal’imizdir. Aynı anda, karşı taraftan gelen acımasız mermiler, ayaklarından ve karın kısmından vucuduna saplanır. Bilal gökyüzüne gözlerini dikip, bir süre Türkçe bir şeyler söylediyse de, mücahidler anlamamıştır. Son sözü ise Farsça ifadesiyle “men şehid mişem” olmuştur.

Şehid Bilal’imize Allah’tan rahmet dileriz.

KAYNAK: Müslüman Genç Dergisi-Şubat 1991 Sayı:2

 

Şehid Bilal’den Anne ve Babasına Veda

Eli varmıyordu vedalaşmaya, dili varmıyordu “Allah’a emanet olun” demeye. inanamıyordu vedalaşacağına ve gideceğine. Kaç veda vardı taşıdığı genç gönlünde. Kaç vedanın yükünü taşıyordu. Her vedada bir yeni hasreti, bir yeni ayrılığı yükleniyordu. Bitesi yok vedalar, bitesi yok hasretlere boğuyordu O’nu.

En son vedasını ve ayrılığını hatırladı. Hatırladı ve gönlü, bakışları ve hasreti uçup gitti. Onulmaz bir heyecanla, Manyas yolundan kendi sokaklarına döndü. Sağlı sollu, birer sıralı, çoğu birer katlı evler. Geniş bahçenin ortasına oturmuş evlerin; etrafı güller, asmalar, mevsimine göre sebzeler, yeşilin en doğal tonlarıyla çevrili, sağdaki ilk ev Ulvi Cebbar’ın evi, bir solukta geçti, her yer sakin ve sessiz, nefes yok, can yok gibi. Yüreği kor gibi yanan müslümanların, canları sessizlik içinde evlerinde atıyor ve sessizlik sokağa ayrı bir hava katıyor; sakin, sessiz, gizemli. Yürüyor Bilal ama ne yürüyüş, uçuyor, bir ruh olmak istiyor. Gören fakat, görülmeyen eve kadar engellenmeden, durdurulmadan, sorgulanmadan varmak istiyor. İşte evlerinden önceki boş arsa, işte sıçrasa üstüne çıkıp aşacağı evinin briketten duvarı, işte annesinin her zaman tertemiz yıkadığı, adeta kokusunu hissettiği beyaz perdeler, mavi pencere demirleri; yine her yer yem yeşil; asmalar, erik, limon, kiraz ağaçları, güller yine açmış, belki de onu bekliyorlardı, en duru beyazı, en alımlı kırmızısıyla, ve inşaa halindeki ikinci kat bırakıp gittiği gibi duruyordu.

Eli kapıdaydı, zile basmalı mıydı? Zilin sesini dahi özlemişti, kimin geldiğini soracaklardı? Önce hangi hasretlisinin sesini duyacaktı; tek tek yokladı, tek tek adlarını saydı, ayıramadı; hepsi de birdi. Zili bekliyemezdi. Ya biri O’nu kapı da görür de durursa, hayır hayır oyalanmadan girmeliydi içeriye. Bütün çevikliğiyle açtı demir kapıyı ve adımını bahar kokan, hasret kokan, ayrılık kokan bahçeye attı.

-Abdullah, Abdullah

Silkindi, baktı. Hayalleri, hasretleri, son vedası orada kaldı.

Abdullah, Bilal’in burada kullandığı adı. O’na Abdullah misafir, Abdullah Türkiye’de diyorlardı. Altı aydır Afganistan’daydı. Savaşmış, aç kalmış, zorluklara katlanmış, defalarca ölümle burun buruna gelmişti. Bombalarla nice mücahidin parçalandığına, yüzlercesinin kurşunlarla ve sel sularına kapılan yirmi mücahidin bir anda şehadetine şahid olmuştu. Şimdi bütün bu hatıralarını alıp gitmeye, Sıla-i Rahim’den sonra tekrar dönmeye veda edecekti. Fakat, gidiş öyle zor, öyle uzak geliyordu ki, inanası yoktu.

- Ne oldu Abdullah, dalıp gitmişsin, evdekileri çok mu özledin?

Mesut’tu bu. Encinir Ahmet Şah Mesut. Afgan cihadının bayraklaşan komutanı, tartışmasız komutanı. Bilal, bir an baktı.

-Evet, Encinir Seyb, fakat sizlerden ayrılmak, sizleri bırakıp gitmek öyle zor ki, hislerimi ifade edemiyorum. Gitmek çok zor, vedalaşmak, gitmekten de zor geliyor.

-Git !.. Gitmelisin ! Biz buradayız ve burada varız. Siz de orada olacaksınız. Sizin işiniz bizden kolay değil. Biliyorum, bu garip bir duygudur. Fakat, bizi kurbanlık koyunlar gibi görme. Evet biz, savaşıyoruz, bombalar, kurşunlar, açlıklar zor tabiat şartları ve göreğimizi bilmediğimiz yarınlar. Fakat kimin önce kurban olacağını rabbim bilir. Biz ilan edilmiş bir savaşı yaşıyoruz ve ben de seni merak ediyorum. Senin gibi kabına sığmayan biri, senin gibi kabına sığmayanlar nasıl yaşarsınız neler yaparsınız oralarda. Abdullah, Pakistan’a giden diğer mücahidler gibi rahat git. Onlar dönmek için gidiyorlar, sen de bir cepheden bir cepheye gidiyorsun. Seni onlardan çok düşünüp, merak edeceğim ve haberlerini bekleyeceğim.

Veda, yakan veda, ayıran veda. Bilal bütün mücahidlerle tek tek vedalaştı. Mesut’la bir başka vedalaştı. Mesut takıldı Bilal’e:

- Abdullah var mısın son bir güreşe?

-Varım be Encinir Seyb.

Şakalaşmalar ve ayrılık. Bilal ve beraber olduğu mücahidler. Bu dağlarda yıllardır ilk defa, silahsız dolaşıyorlardı; bomboşlardı. Yadırgamışlardı bu hallerini.

Pençşir’in sessizliği, bir anda kalaşinkofların, kalekovların, yüzlercesinin haykırışıyla sese boğuldu. Geride kalan mücahidler, giden arkadaşlarına veda ateşi yapıyorlardı. Gidenler durdular, geri dönüp son defa baktılar ve öncekinden daha hızlı bir şekilde yola dizildiler.

Bilal, burukluk içindeydi, sanki yüzyıllık bir ayrılığa düşmüştü. Kalbinin üstünde taşıdığı vasiyetnamesi ayrı bir ağırlık vermeye başlamıştı. Yola çıkışla, anlamını özelliğini taşıdığı mesajı yitirmiş gibi bir duygu veriyordu. Onu da yırtmak ve silahtan, sıcak cihaddan ayrılığına, bu son bağlantıyı da eklemek istiyordu. Sonra kovdu bu düşüncesini. Çünkü Afganistan’dan çıkmaları için daha günler ve geceler vardı. O günlerin yavanlığı da olsa, vasiyetnamenin işlevinin bitmesine daha zaman vardı. Hatıra olarak da saklayabilirdi. Yine de bir şeyler olabilirdi. Sanki eksik şeyler kalmıştı. Neyin eksikliğini çektiğini bilemiyordu. Bir de “ışıklı evler” ona çok uzak görünüyordu. Oralar çok gerilerde, yüzyıllar ötesinde kalmış gibiydi.

“Cepheden ayrılmaya, geri dönmeye karar verip, silahlarını teslim ettiğinde bir daha geri dönme, nasıl bir savaş olursa olsun bir daha geri dönme, dönmek isteyecek, bu son savaş olsun, buna katılayım, sonra dönerim diyeceksin. Bir daha geri dönüp silah alma, yola devam et.” Silahlarını teslim etmişti ve hızla ayrılıyordu. Geri dönüyordu, üzerinden bir yılın geçtiğini sözlerde , kulaklarından bütün canlılığıyla, tazeliğiyle duruyordu.

Yolculuğun üçüncü gününün molasında, geldikleri tarafa giden mücahidlere rastladılar.

-Nereye böyle?

-Kalevgan’a. Encinir’in emri geldi. Her tarafa haber salmış yardım istiyor. Bir anda alabora oldu. Kendini bir anaforun içinde buldu. Bu taarruz aylardır bekleniyor ve konuşuluyordu. Öne alınmıştı.

Tekrar yola düşerken, mücahidlerle vedalaştılar. Böyle bir taarruzun olacağından nasıl haberi olmadığına hayıflanıyordu.

Bir guruba daha rastladılar. Onlarda Pencşir’e gidiyorlardı.

Bilal’in içini ateş basmıştı. Yola mı devam etmeli, yoksa bu savaş için tekrar geri mi dönmeliydi? “Geri dönme, yola devam et” sözü de bir çağrı, bir uyarı olarak, kafasını karışıtırıyordu.

“Ölüme meydan okumayı, ölümden korkmamayı, ölümü ölümsüzlük bilmeyi, yeniden yaşayacağım ve tadacağım. Ve eğer şehadet nasib olursa.... Şehadet nasib değilse, bundan sonra sizlere geleceğim; Anam, babam, kardeşlerim, sizlere. Sizleri sözü edilemeyecek mektublara, kelimelere sığdıramayacak kadar özledim. Eğer yok devam etseydim, Pakistan’a yedi sekiz günde varacaktım. Bu taarruzumuz başarılı olur ve düşman karargâhını ele geçirirsek; Pakistan yolu, üç güne inecek ve ben de bu yoldan döneceğim. Her sabah namazından sonra Kuran-ı Kerim okuyordum. Bu sabah ilk defa namazımdan sonra uyudum. Çeşmeden sonra, mahallenin girişine duvar çekilmiş, duvarda bir gedik var. Oradan her kes geçiyor, bir tek ben geçemiyorum. Zorlanıyorum fakat, geçemiyorum. Sıkışıp kaldım. Bağırmaya başladım. Ve birden uyandım. Mücahidler “Hayırdır inşaallah, ne gördün rüyanda?” diye soruyorlar, ilginç rüyalar görmeye başladım.”

28 Ekim, Bilal defterine yine bir şeyler karalıyor. Gözleri, bakışları ufuklarda, hasret kokuyor, özlem dökülüyor, sevda fışkırıyor o gözlerden.

“Okul günlerimi hatırlıyorum.. Tören öncesi öğretmen ve öğrencilerin hareketliliğine, öğretmenler hep aynı telaş içerisinde sağa sola koşturuyor, bağırıyor, azarlıyor; öğrencileri sıraya sokmaya uğraşıyorlar. Öğrencilerin kimisinin umursadığı yok. Kimisi kıravatını düzeltiyor, kimisi kabak başına patlamasın diye sıraya giriyor; o telaşlar gözümün önüne geldi birden. Mücahidlerde şu anda öyle bir telaş içindeler. Öğle yemekleri yendi. Bu son öğlen yemeği. Komutanlar sağa sola koşturuyor. Biri italyan, diğeri Amerikalı iki zübbe gazeteci kavga ediyor. ben de bu satırlarımı yazıyorum.”

Düşman garnizonunun içinde on beş posta var. Garnizonun resimleri haritaları gelmişti. Mesut’un anlatımıyla hangi komutanın nereye saldıracağı, nasıl saldıracağı, havanın ne zaman ateşleneceği tek tek belirtildi. Ve artık her şey hazırdı.

Bilal, taarruzun en önünde olmak istiyordu.

-Abdullah misafir. Sen ikinci guruptan olacaksın, taarruz gurubunun bir gerisinde olacaksın.

-Encinir Seyb, takdirden kaçılmaz ve taarruz gurubunda olmak benimde hakkım.

-Takdirler tedbirlerle de gelişir, sen bu defa misafir mücahidimizsin ve taarruz gurubunda yoksun.

Bilal susmuştu.

29 Ekim sabahı, garnizonun etrafı tamamen sarılmıştı. Mücahidler düzenli bir şekilde grub grub oturuyor, gizemli bir teslimiyet var, kimisi silahını son defa temizliyor, kimisi Kur’an okuyor, bazıları da şakalaşıyor. Bilal de silahını temizledi, yağladı, silip kuruladı. Yiv seti yağladı, sildi. Şarjörleri boşalttı. Yaylarını söktü, yağladı, sildi, mermileri her ihtimale karşı nemden arındırmak için kuru bir bezle sildi. Söktüğü bütün parçaları yeniden toparlayıp taktı. Kurma kolunu bir kaç defa çekip bıraktı. Şakırtılar çıkaran mekanik ses, saat tıkırtısı, gibi ahenkle kulaklarına doldu. Mermileri kütüklere doldurdu. İki yedek şarjörü yerlerine koydu. Sırt sırta monte edilmiş iki şarjörü, silahına taktı. Fitilli tahrip kalıplarını ve kurmalı iki adet taarruz el bombasını da kütüklüğe yerleştirdi. Savaş öncesi bütün hazırlıklarını bitirmişti. Taarruz zamanı olarak ikindi vakti belirlenmişti. Henüz erken olmasına rağmen techizatını kuşandı. Kağıda yazmaya başladı. “Bu savaş bitecek, hem de karanlığa kalmadan. Bir iki saat içinde bitecek.....”

Kiranmincan, gör nasıl savaşıldığını, döne döne savaşıldığını. Önden gidenin, düşenin, şehid olanın yerine geride kalanın nasıl doldurduğunu gör. Gör Kiranmincan, sözünde duranlardan sonrakilerini de, nasıl sözlerinde durduklarını.

Ve havan topları gürlemeye başladı. Narayı tekbirlerle havanların sesleri birbirlerine karışıyordu. Kalekovların ince ve tiz seslerini, kaleşinkofların daha kaba sesleri bastırıyordu. Artık ortalık tozun dumanın, patlayan bombaların, uçuşan mermilerin içinde kalmıştı. Havanlar susunca, taarruz gurubu ilk hamlesini yaptı. Geridekiler onları koruma atışı yapıyorlardı. Öndekiler duruyor, arkadakiler yükleniyordu. Metre metre, kurşun kurşun ilerliyorlardı. Geri dönüşü, yılması, sürçmesi yoktu ve olmayacaktı. Binaların, mevzilerin içindeki havkiler, perçemiler, demokratlar ne haldeydi. Karamsarlık basmamış mıydı daha onları? Kararan havaya dönmemiş mişdi içleri, geberecekler, yada silahları bırakıp teslim olacaklardı. Ve bir bölge daha temizlenecek, arınacaktı. Şehidlerin kanları Kiranmincan’ı da yıkayacak, sağların tekbirleri aydınlıklar saçacaktı.

Öncüler kapıdaydılar, kollarına bombaları düşman mevzilerine düşüreceği noktadaydılar.

Fitilli tahrip kalıpları çıkarıldı, çakılan kibritlerle tutuşturuldu. Mücahid, gözleri ateş alan barutun, fitilin içine doğru nasıl koşturup gidişini gördü. Yılan tıslamasını andıran sesi de, onca gürültünün içinde kulakları duyuyordu. Aynı anda denilebilecek yakınlıkta dört kalıp birden havalanmış ve düşman kalesinin kapısına düşmüştü. Bilal’in gurubunun gözleri kapıda, kulakları patlayacak tahrip kalıplarındaydı. Öteki sesleri duymuyorlar, diğer tarafları görmüyor ve düşünmüyorlardı. Zaman ne de uzun geliyordu. Beş saniye, on saniye ne kadar uzundu, şaşılası şeydi doğrusu.

Ve patlamalar, parçalanan kapılar, yıkılan duvarlar, düşman karakol kalesinin içine doğru koca bir boşluk açılmıştı.

Bir mücahid fırlamıştı yerinden. Hedef karakolun içiydi. Yıkılan kapının gediğine gelince birden doğruldu ve durdu. Her şey durmuştu. Geriden bakanlar, O’nu koruma atışı yapanlar da durdular. Ne oluyordu? Ve bir çınar gibi, sırt üstü düştü mücahid. İkinci mücahid koştu, O da vurulup düşmüştü. Bilal olayı görmüyor, seyretmiyor, yaşıyordu. Bütün damarları ayağa kalktı. Görüyordu: Tam karşıda bir makinalı tüfek yuvası vardı. Onu görüyordu. Üç fidan mücahidi kana boğanı, kıyanı görüyordu. Birden yerinden fırladı. Taarruz gurubunu bir solukta geçti.

-Nere Abdullah, nere Abdullah, seslerini duymuyordu.

Gediğe varmadan önce, olanca hızıyla yere attı kendini, mermiliğindeki tahrip kalıbını çıkardı. Taarruz gurubu da kalkmış koşuyor, diğerleri de onları takip ediyordu. Gediğin çevresini tutmak için bütün gurub ayaklanmıştı, bu iş bitecekti artık.

Bilal tahrip kalıbını tutuşturmuş ve tekrar ayağa kalkmıştı. Gediğe doğru koşuyor, makinalı tüfek yuvasına uçmak istiyordu. İşte yüzyüze, işte göz gözeydiler ve işte makinalı tüfeğin ağzı Bilal’in göğsündeydi. Havalanan sağ kolu, tahrip kalıbını olanca hızıyla fırlattı. Kalıp hedefine doğru son arzu gibi bir kuş olup uçuyordu.

Tam gediğin ağzında durdu. Bilal dimdik durdu, dağ gibi durdu. Bozdağ’ın görkemli duruşu gibiydi. Kendini zorladı, sağ eli boşalmıştı, ve sol elindeki çift şarjörlü kalaşnikofunu, sağ eline geçirmişti. İlerlemek istiyordu. Üç mücahid kardeşini gözlerinin önünde biçen yuvayı, elleriyle dağıtmak istiyordu. Fakat, gidemiyordu. Rüyadaki gibiydi. Her şeyi yerindeydi, gücü kuvveti. Fakat gidemiyordu. Bir şeyler tutuyordu, tutmuştu O’nu. Bu da mı rüyaydı? Bu savaş bitecekti. Zaferle bitecekti. Silahını yeniden teslim edecek ve mutlu bir şekilde on beş yirmi günlük yolu üç güne indirmenin, mutluluğu içinde dönecekti.

Sizleri çok özledim anacığım. Çocukuğumu, ilkokul günlerimi, lise günlerimi hatırlıyorum. Hayat ne çabuk geçiyor, namazlarına dikkat et ana, babama itaat et, sabret ve kafir düzene beddua et.

KAYNAK: Müslüman Genç Dergisi Ekim 1991
 
  Bugün 2 ziyaretçi (9 klik) kişi burdaydı! Bu Sitenin Tüm Hakları Helal Olsun.  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol